Muhteşem bir havada, ağaçların adım adım eşlik ettiği en sevdiği yoldan hızlı hızlı yürüyerek dört duvara varmaya çalışıyordu. Bu muhteşem havayı, yapılacak bi ton işi bırakıp her daim sıkıcı ve bunaltıcı sıcaklıkta olan köhne yere gitmesinin tek bir nedeni olabilirdi: migren!
Haftalar sonra gelen ilk ağır nöbetti bu. Neden gelmişti ki? Her şeye dikkat etmişti; beslenmesine, sağlığına, dinlenmesine… Peki ne olmuştu? Farklı hiçbir şey(!) yapmadığı halden neden ağır bir migren atağı geçiriyordu? Muhtemelen beyninden vurulmuşa çeviren düşüncelerdi sebep. Durduk yere oluşmayan bu düşüncelerin nedeni dünyanın en “iyi” kişisiyle yaptığı konuşmadan ötürüydü.
Yolda peşini bırakmayan düşünceler yatağında da peşini bırakmıyordu, üstelik migren iyice şiddettini arttırmaktaydı. Önce uyumayı denedi fakat ne uyuyabildi ne de ağrının derecesi azaldı. Birden geçmişe döndü, daha önce ne yapıyordu? İki günde bir gelen nöbetler nasıl geçiyordu? Yazıyordu! Yine yazmalıydı yine içindekileri dökmeliydi fakat kendine söz vermişti yazmayacaktı bir daha. Romanı dışında hiçbir şey yazmayacaktı, kendini anlatmayacaktı. Birden aklına yazmasa bile kafasında kurguyu kurabileceği geldi. O halde nereden başlamalıydı? Bir gün öncesinden mi yoksa o andan mı? En iyisi o muhteşem anın hemen sonrasından başlamaktı…
O andan sonra hissettiği ilk şey ürpertiydi… Ürpermişti çünkü dünyada hala “iyi” insanlar vardı ve az önce karşılıklı oturduğu kişi şimdiye kadar yaşıtları içinde gördüğü en “iyi” kişiydi. O kadardı ki bu düzeyde iyi insanlar olabileceğini, hatta yine egoistlik yapsa da kendi iyi halinden daha iyi bir insanla tanışacağını düşünmüyordu. Ama karşısındaki kişi kendinden kat be kat iyiydi…
En büyük hayalini sormuştu karşısındakine ve cevap yine çok masum ve iyiydi ama şaşırtıcı taraf neredeyse iki yıl önce aynı hayale kendinin de sahip olduğunu hatırlamasıydı. İnanamıyordu, hayalleri fark etmeden değişmiş tamamen ben odaklı olmuştu. Duyguları yok olmuştu resmen ve bunu fark etmemişti bile. İnanamıyordu kendine, ne hale gelmişti… İlk vurucu an buydu.
Karşısındaki kişiyi sınamak istemişti çünkü ne kadar iyiydi merak ediyordu. O’nun sevmeyeceği, ters düşen taraflarından bahsetmişti. Üstelik bunlar inanç gibi, kötü olmak gibi ciddi konulardı da. Ama yine beklediği olmamıştı en ufak bir yargı ya da soğuma ifadesi yoktu. Tam tersine tamamen saygılıydı. Üstelik çok güzel bir şey de söylemişti: güzel bir şey yapıyorsun, sorguluyorsun ama bence biraz daha sorguladığında tekrardan inanacaksın… Bu söz de bir şimşek çakmasına neden olmuştu. Geçmişte problemleri aza indirmek için kendine bir kaçış yolu bulup yeteri kadar sorgulamadan, kolaya kaçıp kenara attığını hatırlamıştı ama acı olan bunu unutmuştu. Kendini öyle bir manipüle etmişti ki sanki tamamen sorgulayıp, mantıksızlıklar görüp, tutarlı hiçbir taraf bulamamış gibi davranıyordu…
Çokça konuştular, çokça şimşekler çaktı. Masanın Karşı tarafındaki kişi ne hissetti bilinmez ama çok konuşup kendini iyilerden zanneden kişi çok şey çıkarmıştı bu sohbetten. Son günlerini kötü olmaya adarken tekrardan kendini sorgular bulmuştu. Ne olmuştu da bu büyük şehre ilk geldiğindeki “iyi” tarafı neredeyse tamamen yok olmuştu? Ne olmuştu da “iyi” olmaktan bu kadar korkar olmuştu? Dünyadaki tüm insanları düşünen o genç nasıl bu kadar bencil olmuştu? İstediği yaşam gerçekten bu muydu? Elde edeceği şeyler değer miydi robot olmaya? Değer miydi duygusuz olmaya? Ve en önemlisi değer miydi “kötü” olmaya?
O muhteşem andan sonra karşısındaki kişinin iyiliği karşısında kendi kötülüğümle O’na zarar vermemeliyim demekten kendini alamıyordu…