Bir yıl öncesine kadar umursamadığı tarihi yapılar ne olsuysa birden çokça ilgisini çeker hale gelmişti. Neredeyse her hafta bir yeri geziyor, görüyor ve her seferinde hayran kalıyordu. Bazen hikayelerini öğrenip gidiyor bazen de hiçbir şey öğrenmeden kendi kendine tahminlerde bulunuyordu. Ama eğlenceli olmasına rağmen tahminde bulunma işini azaltmıştı çünkü yakında dönemde okuduğu ünlü yaşlı bir tarihçinin kitabında mutlaka gitmeden gezilecek yer hakkında olabildiğince çok şeyin öğrenilmesi yazıyordu. Bu defa da öyle yapmıştı, Afrodisias hakkında öğrenebildiği kadar çok şey öğrenmişti. Hatta yanından geçmekte olduğu gösterişli kapının gerçekten de gösteriş olması için yapıldığına bir kere daha hayret ederek baktı. Devasa, detaylı ve ihtişamlıydı…
Kapıyı ardında bıraktıktan sonra şehir stadyumuna yavaş yavaş yaklaşırken nedense içinde bir heyecan oluşmaya başlamıştı. Halbuki büyüklüğü dışında bir farklılığı bulunmayan bu stadyuma bir heyecan duyması pek de olası değildi. Üstelik göreceğini bildiği diğer harika yerlere de daha ulaşmamıştı, gezinin başındaydı daha. Güneş altında yaptığı kısa bir yolculuğun ardından varmıştı 30 bin kişilik devasa gösteri alanına. Burada hem gösteri sanatları hem de bir zamanlar gladyatör mücadeleleri sergilenmişti. Stadyumun kısa kenarının en uç kısmından tüm alana bakıp nelere sahne olduğunu aklında canlandırdı bir bir. Dökülen kanları, yapılan gösterileri, olimpiyatların küçük versiyonunu, disk atanları, güreşenleri biraz öncesinde gördüğü onlarca heykelin yardımıyla bir bir canladırdı. Seyircilerin yerine koydu adeta kendini, bir sıradan izleyeci olarak baktı bir de asil bir prens olarak baktı tüm alana…
Alana bakarken birden daha önce neden fark edemediğini anlamadığı kapıyı gördü. Bu kapı tam karşı kenarda seyirci alanın hemen altında yarım daire gibi bir şeydi ve devamı varmış gibi görünüyordu. Büyük ihtimalle sahneye çıkacak gladyatörler, sporcular, sanatçılar buradan çıkıyordu. Çok uzaktaydı ve güneş de tüm yakılıcığıyla yukarıdan gitme der gibi dikiliyordu ama yine de gidip bakmak geldi içinden. Tüm alanı bulunduğu konumdan, en üstten, gezerek tamamladı. Sırada çoğu eğimini kaybetmiş merdivenlerden aşağıya inmek vardı. Zorlu merdivenlerden indikten sonra toprağın ne kadar çorak olduğunu fark etti. Her yerde de yılanların açtığını düşündüğü delikler vardı. Bundan dolayı her an bir yılanla karşılaşma tedirginliğiyle yavaş yavaş kapıya doğru yaklaştı. İlk başta karanlık gördü sadece sonrasında tam eşikten geçtiğinde bi on metre sonrasında duvar olduğunu görünce büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Tam geri dönecekti ki birden duvardaki figür dikkatini çekti, bir eldi bu. Normalde çok dikkatini çekmezdi böyle sade yavan bir şey ama daha önce görmüştü bunu. Bu, Hz. Muhammed’in el iziydi ve sina dağındaki bir manastıra dokunulmazlık verdiğinin göstergesiydi.
“İyi de bunun burda ne işi var, Hz. Muhammed buranın yapımından yüzyıllar sonra doğmuştu. Üstelik neden arkeologlar bunu görmemiş?” diye düşünmeden edemedi. Emin olmak için gidip daha yakından baktı. Gerçekten de yanlış hatırlamıyorsa birebir aynıydı. Kabartma tüm antik kentin aksine hiç tahrip olmamıştı, pürüzsüz görünüyordu. Gözüyle gördüğünü her ademoğlu gibi eliyle de teyit etmek istedi ve eliyle dokundu ama dokunur dokunmaz kendini bambaşka bir yerde buldu. Nerede olduğunu anlamak için etrafına bakmak istedi ama bakamadı, sadece belli bir açıyı görüyordu, bir mermeri oyan bir çift eli görüyordu. Birden aklında bazı düşünceler belirmeye başladı ama bunlar kendi düşünceleri değildi: “İki haftaya bitirmem gerekiyor… Yarın görecek miyim? Geçen başvuran kişiye de iş vermem gerekecek… O’na adayacağım bir heykel daha mı yapsam?” Kimin düşünceleriydi bunlar?
İki dakika kadar sonra eller aletleri bırakıp görüş açısı birden değişmeye başlamıştı ki durumu çözmüştü; başka birinin bedeninde, onun yaşadığı her şeyi yaşıyor, tüm düşüncelere anlık olarak şahitlik ediyordu. Biraz zaman geçtikten sonra bedeninde olduğu kişin bir heykeltıraş olduğunu ve büyük bir ekibe sahip olup heykelcilikte sonraki yüzyılları direkt etkileyecek olan kas, kırışıklık, vücut hatları gibi detaylara bu heykelcilik merkezi şehirde ilk önem veren olduğunu anlamıştı. Adamın işleri çok iyiydi, herkes ona ve ekibine sipariş vermek istiyordu. Çok da saygı görüyordu ama gelecekten gelenin tahminine göre M.S. 2. yüzyılda yaşayan adam tam olarak “tam” hissetmiyordu kendini.
Romalı adam mermerle uğraşmayı bıraktığı ikindi vaktinden, güneş cıvıl cıvıl kentten tüm benliğini çekene kadar Afrodit’in, kendi büstünün, Aristoteles’in, Augustus’un heykel siparişlerini veren müşterilerle ilgilenmişti. İş vakti bitince gördüğü herkes onu stadyumdaki yeni ateşli gösteri için çağırıyordu ama tüm davetleri kibarca reddedip evine gitti. Hala durumu çözememiş olan gezgin bir yandan da bu muhteşemliğe tanık ettiği için içine sığmıyordu. Ama tüm mutluluğunu hep gelecekteki haline ne olduğu düşüncesiyle bozuluyordu. Tek umudu bu bedenden ayrılıp geleceğe tekrar döndüğünde geçen zamanın göz açıp kapayıncaya kadar olmasıydı.
Adam evine geldiğinde bir ekmek -çok lezizdi- ve püre gibi pişilmiş bir sebzeden az bir şey yemişti. Zihindeki yolcu sebzenin ne olduğunu bir türlü anlayamamıştı. Zaten çok yemeyen adamın içini kaplayan sıkıntıları ise sanki kendi yaşıyormuşçasına hissetmişti. Romalı, sırt üstü yatıp gözlerini kapadıktan sonra nihayet düşüncelerine tam odaklanabilmişti: “Yarın ne yapmalıyım? Nasıl davranmalıyım?” gibi şeyler geçiyordu aklından. Gezgin anlamıştı ki Romalı yarın bir kadınla görüşecekti ama bir türlü nasıl bir tavır takınması gerektiğine emin olamıyordu. Bir süredir görüştüğü dünyanın en güzel kadını olan bu kişiyi hiçbir zaman tam olarak çözememişti. Kısa süre önce bir ilişkiye başlamışlardı ama bu da ilişkiden daha çok sanki bir arkadaşlığa benziyordu. Üstelik neredeyse hep aynı monotonlukta geçiyordu sohbetleri ve hep konuşmaya çabalayan heykeltraşmış gibiydi.
Romalı çok korkuyordu çünkü nasıl yaparsa yapsın bu harika insanı kaybedecek gibiydi. Monotonluğu bozmak istiyordu ama bunun için hep erken geliyordu. Diğer yandansa bu monotonluk sonu getirecek gibiydi, sanki bu monotonluk ilişkilerini bitirecekmiş gibiydi. Bir adım atsa monotonluğu bozmak için bu defa da erken davranıp fazla ileri gitmiş olmaktan korkuyordu. Üstelik böyle yapamaması için daha önce uyarılmıştı da. Bu da yine sonu getirecek gibi duruyordu.
Bu ikilemlerle boğuşurken gelecekten gelenin aklına bir fikir geldi ama bunu ona nasıl iletecekti ki? Romalıya nasıl direkt bu düşünceleri O’nunla konuş diyecekti ki? Çünkü konuşurlarsa ikisi beraber ya da kadın bir rota belirleyebilirdi. Ya da belki de heykeltraş sadece boş kuruntuluk yapıyordu -ki büyük ihtimalle böyleydi- ama bunu bilmesi için de direkt muhattaba sormalıydı çünkü bu, iki kişinin hayatıyla alakalıydı, sadece kendininki değil.
Gezginin de canı sıkılmıştı, tüm benliğiyle bir olmak isteyen bu adama yardım edememek canını sıkmıştı. İki adam da bu can sıkkınlığıyla saatlerce uyku ile uyanıklık arasında zaman geçirlerken Romalı güneşin doğamasına yakın tam uykuya daldı. Tam bu anda da gezgin kendini birden stadyumda en son hatırladığı konumda, yerde buldu. Hemen ayağa kalktı ve tekrar dokunmak için elini kaldırıyordu ki el kabartmasının orada olmadığı fark etti. Üstelik çok yüksek bir gürültü vardı. Hemen dışarı kapıdan stadyumu görebileceği yere koştu ve gözlerine inanamadı. Gladyatör savaşları gerçekleşiyordu, Bizans dönemindeydi ve üstelik bu defa kendi bedeniyleydi.