Haddini aşan lükslükte olan ofiste her zamanki gibi yine -haddini aşan- bilgisayarının başındaydı. Uzun zaman sonra kendini gösteren güneş cam tavandan süzülerek içini ısıtıyordu. Etraf, yer çekiminin kıvılcımı olan meyveyi amblem olarak kullanan markanın bilgisayarlarının başında kahve ve bitki çayı içen insanlarla doluydu. Herkeste, neredeyse herkeste, tatlı bir iş telaşı vardı. Kadınların çoğunluğu ilk defa dikkatini çekmişti, bu çağda hala ilginçti bu durum… Birçok kişinin hayallerinde olan şeylere sahip olduğunu fark ettiği andı bu an. Başarması için her şeyin hazır olduğu ama gereksiz bir şekilde aklının başka yerlerde olduğunu anladığı andı bu an. Bunca varlığa rağmen elinde sadece başarması için gitmesi gereken zorlu(!) yol kalmıştı, bunu da bu anda bu kadar geç fark etmişti.
Hayatı boyunca hep bir şeyleri eksikti; küçük yerlerde yaşamış, yeteneklerini keşfedecek kimse olmamış, istediği neredeyse hiçbir şeyi alma imkanı olmamıştı. Hep potansiyelini görmüş, bilmiş ama buna ulaşmak için her defasında büyük şeylerin eksikliğinin ağrısıyla kıvranmıştı. Lakin artık öyle değildi. Neredeyse başarması için gereken her şeyi vardı. Peki, ne olmuştu da o idealist genç, bahanelerle bu yoldan uzaklaşmak için çaba sarf eder hale gelmişti? Korkuyor muydu? Tüm hayatını en büyük uçurumlardan birinin kenarına getiren kişi mi korkuyordu? Başarıyı istemiyor muydu? Hayatı boyunca en çok istediği, tüm hayatını ona göre şekillendiren kişi mi istemiyordu başarıyı? Hiçbiri değildi, yaşamın zayıflığı vurmuştu onu: yalnızlık ve iyilik.
Yaratılış gereği insanlar yalnızlığa dayanamaz, yalnız yaşayabileceğini düşünemez. Yalnız yaşamın anlamsızlığı sislerinde yollarını kaybederler. Aynısı onun da başına gelmişti, yalnız yapamayacağını düşünmüştü. Komikti, şimdiye kadar elinde hiçbir şeyin olmadığı yıllarda zorla kendini yalnızlığa mahkum ederken belli bir statüye ulaştığında yalnız yapamayacağını düşünüyordu…
Kendini bildi bileli neredeyse hep yalnızdı, kendini bildi bileli kimseye anlatamıyordu kendini, derdini… Kimse de anlamıyordu zaten. Çocukken de geçmişti bu yollardan, en popüler, en başarılı olduğu dönemde yalnız olduğundan tam tersine dönüşüp başarısız olup komşu çocuğundan istenmeyen çocuğa dönmüş ama yine de yalnız kalmıştı. Aynı tastan iki kere içmenin anlamı neydi ki? Ama en azından denedim diyebilecekti, yalnız olmamayı, diğer insanlar gibi olmayı, onların içine karışmayı, mutlu olmayı denedim diyebilecekti…
Tüm öğretiler insanların iyi olmasını, iyiliğin insanlığı kurtaracağını öğütler. O kadar ki iyiliğin karşılığında cennet vadedilir. O da sıkı bir şekilde bu öğretilerin en büyüklerinden biriyle yetiştirilmişti… Böyle yetiştirildiği için çocukluğundan bu yana iyi olmaktan vazgeçemiyordu. Ne olursa hep iyi olmak zorunda hissediyordu, hala da hissetmekteydi lakin yanlış olan bir şey vardı. Her iyiliğine karşılık kat be kat hep kötülükle karşılaşıyordu. İçindeki iyiyi öldürdükçe kapılar bir bir açılıyor insanlar daha fazla geliyordu. Gelen onlarca kişinin kalbini kırmamak için onlardan uzaklaştığında onların gözünde kötü oluyordu ama diğer insanlar gibi karşıdaki insan değilmiş gibi davranınca da en iyi kişi oluyordu. Kötü olunca insanlar saygı gösteriyor, iyi olunca tepesine çıkmaya çalışıyordu. Bu durumda hangisiydi doğru olan?
Kendinizi bildiğinizden beri size öğretilen öğretileri yok saymak, doğanıza karşı gelmek kadar zoru var mıdır? Büyük ihtimalle yoktur fakat o, bunu yapmak zorundaydı. Çünkü elindeki tek yoldan ilerleyebilmesi için başka çare kalmamıştı. Kötü olmak zorundaydı, yalnız ilerlemek zorundaydı, saf mutluluğu, duyguları yok saymak zorundaydı. Zorundaydı çünkü önüne beliren bu başarı yolundan ilerleyemezse hem mutsuz, hem başarısız, hem yalnız, hem de aykırı olacaktı. Elinde gücü olmayan, statüsü olmayan, bir hiç olan birinin yaşamasının ne anlamı kalırdı?
O andan sonra defalarca düşünmüştü alternatifler için fakat yok bulamamıştı, buldukları da bir yerde çıkmaz sokağa girmişti. İyi olmaya, duygularla devam etmeye çalışmıştı lakin yok, olmamıştı. Bu insanlar iyiliği de duyguları da hak etmiyordu. Hepsinden uzaklaşmak ya da onlara istedikleri biçimde davranmak en iyisiydi. Sadece kendini düşünerek yola devam etmesi, kötü olması, kalan tek yol için, başarması için en doğrusuydu. Olduğu gibi devam etmek istiyordu ama buna mecbur bırakılmıştı, mecbur bırakmıştı kendini. İyi olduğu bu son günde bunları yazması bile hala iyi olduğundandı, içinde nadir iyilik olan insanlara bir borcuydu. Ve görmek istiyordu gelecekte ne durumdan ne hale geldiğini…
Yarın büyük gündü, kötü olacağı, iyiliği unutacağı ilk gündü. Şimdiden hazırdı, çoktan manipüle olmuştu, kötü(!) bir şekilde heyecanlıydı hatta.
Yarın büyük gün, bugün son gün, tıpkı diğer günler gibi!